• Ehl-i Tevhidin Özellikleri  

İnsan ölmez. Ölüm hayvaniyet âlemine ait bir keyfiyettir. Ben “Faniya ölüm fenâ buldu” derken bunu özetlemiştim. Ehl-i tevhit olabilmek için ölümü öldürmek şarttır.

Bir insan: “Dünyaya çıplak geldim, çıplak gideceğim” düşüncesine ulaşırsa, o zaman tevhidi bulmuş ve ehl-i tevhide uygun hareket etmiş olur. Böylelerinin arkasından dünya koşturmaya başlar.

Ehl-i tevhit, sen ben, ben sen olmuştur. Bu birlikte gönül kıran, kendi gönlünü kırmış olur. İki testi birbirine vurulduğunda biri kırılırsa, diğerinde de en azından bir zedelenme, sır veya cidar çatlağı oluşur. Karşısındakini cehenneme sokan bir kimse de, oraya önce kendisi girmiş demektir. Onun için ehl-i tevhit, daima zevk içinde yaşayıp, güler ve hande eder. Allah, bunu herkese nasip etsin!..

Zahir uleması, Peygamberimiz'in daima gülümsediğini, hiç bir zaman kahkaha ile gülmediğini söyledikten sonra: “Kahkaha atmak insanın kalbini karartır” diye ilave ederler. Gülmekten kalbi kararanlar, kendini bilmeyenlerdir. Allah'la işini kuranın gülmekle niye kalbi kararsın? Allah'la işini kuranın kahkaha bir yana, kalkıp göbek atmakla bile kalbi kararmaz. Bir insan dostuyla birlikte olup, dostunu sevdikten sonra, niye bunun keyfini sürmesin?

Zevk, ehl-i tevhidin hakkıdır. Bunu önlemeye çalışanlar, ehl-i tevhidin bulduğundan daha fazlasını mı bulmuşlardır? İnsan dostunu, dostu da onu sevdikten sonra daha ne istenebilir?

Bu sevgi ve dostluğa ulaşabilmek için kelime-i tevhidin başındaki 'yı çok iyi zevk etmek lazımdır. Bu da nefis, can, akıl, ve beden dahil, her şeyi O'na verebilmek ve “Hepsi O'nundur” diyebilmekten geçer. Nefse ayrı bir varlık vermek başa belayı almak demektir. Sadece nefis değil, kâinattan kıl bile kalsa durum değişmez. Çünkü, hepsi O'nundur. Bunu gerçekleştirmenin yoluysa zikirden geçer. Çünkü, zikir: Zikredeni zikrederim” <2-152> âyetinin uygulamasıdır.

Ehl-i tevhidin her gördüğü kendisidir. Ben bunu:

“Tevhit ehli gayrı görmez gördüğü san kendisi
Kendine hizmet eder, hem kendinin efendisi

diyerek anlatmıştım. “Ehl-i tevhidin kaşığının sapı bir metre olur” denmesinin nedeni de budur. Ehl-i tevhit kendini tenzih, karşısında gördüğünü de kendinin teşbihi olarak algılar ki, bu durum âyât-ı muhkemat ve âyât-ı müteşabihat kavramlarının en basite indirgenmiş anlatımıdır.

Ehl-i tevhit olanlar, istedikleri takdirde, kendi çevrelerinde bir cennet oluşturabilirler. Bazıları bunu kendi muhitlerinde gerçekleştirmişlerdir. Örneğin: Mevlâna... Kendi camiasında musiki ve semayı ibadet vasıtası haline getirmiş ve kabul ettirmiştir.

Pek çok insanın açlıktan öldüğü ve onlardan kat be kat fazlasının sıkıntıdan kıvrandığı günümüzde, tümünün sıkıntısını giderip, ölmesini önleyebilecek miktardan çok daha fazla bir meblağı, maalesef, beşeriyet, insanları daha fazla öldürecek silah yapmak için harcamaktadır. Bu da Allah'tandır, çünkü başka türlü gözleri doymuyor ve akıllanmıyorlar. Onun için bir ceza verilmesi gerekiyor ki, akılları başlarına gelsin.

Kulluk esfeli sâfiliyn'de kalmaktır. Ehl-i tevhit olanlar da yine kul gibi görünürler, ama onlar, eski kulluk hallerinden çıkmış ve kurban olarak âna yaklaşmışlardır. Kurban olmanın Kurb-u ân, yani O'na yaklaşmak demek olduğunu evvelce anlatmıştık.

İnsan ancak, Allah'ın malını, Allah'ın dağıttığı gibi dağıtırsa ehl-i tevhit olabilir. Yoksa, lafla ehl-i tevhit olunmaz.

Ehl-i tevhit için torba değil, heybe gereklidir. Çünkü, torba tek gözlüdür ve insan bulduğunu onun içine atar. Heybe ise iki gözlüdür. Torba Arapça'daki Ayın harfine, heybe ise He harfine benzer.

Hüviyetin iki gözü vardır. Ayın'ın ebced değeri yetmiştir. Yetmişin yarısı otuz beş eder. Torbada tek göz olduğu için, içinde ne olduğunu bilmek mümkün değildir. Rahmet atı gazap atını geçtiği için, ayın'ın kırk ve otuz olarak ikiye ayrılması gerekir. Kırk, Mim harfidir. Bunun yetmişe tamamlanması için ikinci gözün otuz olması icap eder. Kırklık gözün öne, otuzluk gözün de arkaya atılması lazımdır. Böylece iyi şeyler önde, kötü şeyler arkada toplanmış olur.

Ayın harfi insanı temsil eder. Onun için: “Gel benim güzel ayın'ım” denir, ama içinde ne olduğu bilinmez. Ayın meçhuldür, zira kafasının içinde ne olduğunu kendinden başkası bilmez. İnsanda iyilik de vardır, kötülük de... Torba ikiye ayrılıp, mim'i öne alındığında, iyilikler önde toplanır. Lam istidat harfi olduğu için, iyilik tarafına da, kötülük tarafına da çevrilebilir. Rahman da, şeytan da insanda olduğu için, ehl-i tevhit insandan başka bir şeye bakmaz.

Ehl-i tevhit, zuhur âleminde şeriat, butûn âleminde ise hakikat der. Ehl-i şeriat, şeriatın erkânına şeriat der. Ehl-i tevhit olan, ya Hakk için, ya da karşısındaki için çalışır. Kendisi için çalışan ehl-i tevhit olamaz.

Ehl-i tevhit, yani marifet ehli, olaylara daima yukardan baktığı için şeriattaki bazı kurallara pek itibar etmez. Bu kurallardan biri kısas kuralıdır. Ehl-i tevhit nazarında Hakk'tan başka bir şey olmadığı için, düşman kavramı da yoktur. Bu nedenle kimi kimden şikayet edebilir?

Bu durumu Nasreddin Hoca çok güzel anlatmıştır. Kendisi kadıyken bir gün birisi gelir ve: “Filanca bana şöyle yaptı, böyle yaptı, ondan davacıyım” der. Hoca adamı dinler ve ona: “Sen haklısın” der. Bunun üzerine devalı itiraz eder ve olayı bir kez kendi açısından anlatır. Onu dinleyen Hoca, ona da: “Sen haklısın” der. Bunu duyan karısı: “Yahu Hoca bu nasıl karar, hem davacı, hem davalı haklı olur mu” deyince Hoca ona döner ve: “Vallahi hanım sen de haklısın” der. Bu fıkra, ehl-i tevhidin olaylara bakış açısını göstermesi bakımından çok güzel bir örnektir.

Tevhit açısından her şey Hakk olduğu ve alt âlemlere, yani dünya hayatına hitap eden bazı şeriat kuralları bu mertebede geçerliliğini yitirdiği halde, “Hakk geldi batıl yok oldu<17-81> âyeti bize bunu anlatmaktadır. Dünyada yaşandığı için, bu kurallara direkt olarak karşı çıkmamak gerekir. İrfaniyet de bunu gerektirir.

Allah'a inanmayan, Hakk'ı tanımayan şeytan olduğu için, şeriat kurallarının uygulanmasına karşı çıkmak, bu âlemde anarşiye sebep olacaktır. Bu yüzden ehl-i tevhit bu kuralların uygulanması hususunda şeriat ehlinin işine karışmamayı tercih eder.

Ehl-i tevhit olanlar alt âleme iner ve o âlemlerin iktizasını yerine getirmeye kalkarsa, o zaman daneyi bırakıp, sap ve samanı yemeğe kalkmış gibi olur. Mürşitler, üst seviyelere böyle yükselinileceğini bildiklerinden, bazen müritlerinin kusursuz olması için, onların anlayamayacağı zorluklar ortaya çıkarıp, titizlik gösterebilirler. Bunların örneklerini ilerde Mürşit ve Mürit bahislerinde vereceğiz.

Hakk geldi batıl yok oldu<17-81> deniyor. Bu âyete tevhit nokta-yı nazarından baktığımız zaman: “Hakk'tan başka bir şey var mıdır ki, firar edebilsin” sorusuna makul bir cevap bulmak gerekir. Bu cevap şudur: Batıl; var gibi görünenin adıdır. Hakk ise görünmeyendir. Onun için ben size: “Var görünen yoktur, görünmeyen vardır” dedim. Hakikat vardır ama görünmez, Görünen ise hayalden ibarettir, yani aslında yoktur. Hakikat ortaya çıktığındaysa hayalin kaybolması tabiidir.

Zahir uleması: Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü<2-115> âyetindeki “Allah'ın yüzü” ifadesindeki yüz kelimesi insanı hatırlattığı gerekçesiyle, bunu zat tabiriyle anlatmaya çalışırlar. Sıfât zattan ayrı değildir. Zat denizin kendisi, sıfât da o denizin dalgalarıdır. Yoksa zat ayrı, sıfât ayrı, yani deniz ve dalgaları birbirinden ayrı yerlerde değildir. Dalgalar bizim bedenimize tekabül eder. Öyle olduğu için, bedenimiz gelip gidici, ama ruhumuz bakidir. Öldüğümüzde tıpkı denizin dalgası gibi, denizden çıkıp, yine denizde kaybolmuş oluruz.

Zahir ulemasının zat ve sıfâtı ayırma nedeni insanı çok aşağı mertebelerde görmeleridir. Onlar insanı, hep günahkâr olarak görürler. Gerçek öyle dahi olsa, Allah: Kullarıma haber ver ben affedici ve merhametliyim<15-49> derken son derece kesin bir ifade kullanmaktadır. Hatta bir de: “Kullarım hiç günah işlemeseydi ben günah işleyen bir kavim yaratırdım” demektedir. Bu da gösteriyor ki, bizim günah işlememiz, kendi arzularımızdan çok, O'nun belli tecellileriyle olmaktadır. Bizim günah işlememiz, sevaba yönelebilmemiz için gerekli olmaktadır. Bu konuda tevhitte biraz daha ileri gidip, şeytanın gerekliliğini söylemek de mümkündür. Zira şeytan olmasaydı, biz Rahman'ı bulamazdık. Şeytanı biz yaratmadığımıza göre, onun yaratılışında da bir hikmet aramak gerekir ki, bu hikmet, zıtların birbirinin tanınmasında yardımcı oluşudur. Şeytan olmasaydı biz doğru yolu nasıl bulabilirdik?

Bu durum kuyumcunun mihenk taşı olmaksızın altının kaç ayar olduğunu bilememesine benzer. Altının kaç ayar olduğu, o kara taş sayesinde anlaşılır. O halde her şey yerli yerince yaratılmıştır ve hiç bir şeyi inkâr etmemek lazımdır.

İnsan için bilgi, kendini bilmektir. Kendini bilmeyene çocuk nazarıyla bakılır ve yaptıkları hoş görülür. Ehl-i tevhidin şeriat ehlini hoş görüşünün nedeni de, onlara çocuk nazarıyla bakıyor olmasıdır. Ehl-i tevhit, kâinatın mel'abe-i vahdet, yani oyun yeri olduğunu bilir ve orada oynayanları seyretmekle yetinir, yaptıklarını da hoş görür. Mezahir âlemi denen bu âlemin hakikat değil, çocukların hayal âlemi ve oyun yeri olduğunu: Şu dünya hayatı oyundan, eğlenceden ibarettir<47-36> âyeti bildirmektedir. Burada çocuklar oynayacaklar ve sonra her şeyi bırakıp, gerçek evlerine döneceklerdir.

İnsanın esas evi, Allah'ın yanıdır. Oraya erişebilmek için mürşitler telkinde bulunmakta ve insanlara gerçeği öğretmeye çalışmaktadırlar. Bunlar Kur'an'ın sözleri olduğu için hepsi doğrudur ve söylenenler, ister istemez, günün birinde gerçekleşecektir.

Ehl-i tevhit, irfan sahibi olduğu için, gönlünü bozmaz ve Allah'ın her şeyi yerli yerince yaratmış olduğunu bilip, hiç bir şeyi tamamen yok etmeyi düşünmez. Bir ceviz ağacını örnek alalım: Onun verdiği tüm cevizleri alıp yağını çıkarabiliriz, ama o yağdan tekrar bir ceviz ağacı meydana getirmemiz mümkün değildir. Yeni bir ağaç yetiştirebilmek için olgun bir cevize ihtiyaç vardır. Ama, Allah isterse, fonksiyonunu yitirmiş bir ağaç türünü tamamen yok edebilir. Aynı durum insanlar için de geçerlidir. Allah, insanların kimini piyon, kimini at, kimini, kale, kimini vezir yapmıştır. Adeta satranç oyunundaki gibi... Zaten satranç da oyunlar içinde tevhide en uygun oyundur. Piyon olarak yaratılmış insanları, piyon diye küçümsemek hatadır. Çünkü, o küçümsenen piyon terfi ederse şah dışında her şey olabilir. Kale, at, fil, hatta vezir bile olabilen piyonun olamayacağı tek şey şahtır. Terfi etmek piyonun elinde değil, onu oynatan gücün elindedir.

Vahdet ehli, basiret gözleri açılmış olduğundan, karşısındakini kendisi olarak görür. Çünkü, manen her şey kendi kalbindeki bütünün görüntüleridir. Onun için siva diye bir şey kalmamıştır. Siva denen şey, kevn ü mekân (Yapıl, yıkıl) âlemidir. Bu, bir taraftan yapılıp, diğer taraftan yıkıldığı için fenâ âlemi diye adlandırılır. Bunun esası da yine kalpteki beka âlemidir. Bu yüzden burada kalplerini dolduranlar, ilelebet o doldurduklarıyla yaşayacaklardır.

Ehl-i şeriat, insanları mümin ve kâfir diye ayırıma tabi tutar. Ehl-i tevhidin insanlar arasında böyle bir ayırım yapma hakkı yoktur. Çünkü, tüm insanlar Bir'in uzuvlarından ibarettir. Burada bizim, zaman zaman “Ehl-i şeriat” veya “Zahir uleması” deyişimiz, onları kendimizden ayrı gördüğümüzden değil, bir uzvumuzun fonksiyonlarını ve o fonksiyonlardaki eksiklikleri belirtmek içindir. Can her yerde aynı candır ve ehl-i tevhit de, her olaya canın birliği açısından bakar.

Varlığın tek olduğunu bildiği için, ehl-i tevhidin kimi hoşgörü âleminde, kimiyse hayrettedir. Çünkü, bilirler ki, her şey ve her esma Allah'tan gelmiş, dönüp, dolaşıp, yine O'na gidecektir. Bu nedenle Efendi, birdir, Seyyit birdir. Bunları ayrı gibi gösteren fark ü temyizdir. İşin aslını bilecek kemalâta ermeyip, olaylara sadece akıl açısından bakanlar, esmaların farklı zevklerini birleştiremediklerinden, bu farklılıklara ayrı varlıklarmış gibi bakar ve hep: “Hangisi, hangisi” sorusuna cevap ararlar. Bilenlerse: “Hangisi yoktur, hepsi O'dur” der, Allah'ı bilir ve kâinatı idare edenin bir zat ile sıfâtı olduğunu, geri kalanların tümünün bir yansıma, fakat müdrike (Bilinçli) bir yansıma olduğunu idrak ederler.

Tevhit, sevgiden ibarettir. Sevgi olmazsa tevhitten söz edilemez. Allah kimseyi sevgiden mahrum etmesin!..

Bu sebeple, “Ehl-i tevhidim” diyenin evinde huzursuzluk olmaması lazımdır. Çünkü, ehl-i tevhit olan, dilini tutmayı, gönül yapmayı bilir ve evinde de böyle davrandığı için kavgaya, dövüşe meydan vermez.

Bilenlerin sabırlı ve affedici olmaları gerektiği, Kur'an'da: Kızgınlığınızı yenip, insanları affedici olun<3-134> diye yazılmıştır.

Şer'an küslük süresinin çok kısa olması gerektiği söylenir, ancak ehl-i tevhit arasında küslük diye bir şey olamaz. Çünkü, onların nazarında gerçekte Allah'tan başka bir varlık olmadığı için, kim kime küsüp, kim kime darılabilir?

Bu sebeple, kendini bilen bir insan, karşısındakine ağır bir söz de söyleyemez. Hakk'tan başka varlık olmadığının idrakine varmış olan ehl-i tevhit bir kimse, kime nasıl kötü söz söyleyebilir?

Ehl-i tevhit: Karşısındakini Hakk gören demektir. Kişi, karşısındakinin Hakk olduğunu bilmiyorsa, ona ehl-i tevhit denemez.

Birbirine el kaldıran, dayak atan, kavga, dövüş ve hakaret edenler, bu bilince varamamış olanlardır. Bu bilinçsizlik, karısını, hatta çocuğunu dövenler için de geçerlidir.

Ehl-i tevhit nazarında kötülük, insanların kendi düşüncelerinin kötü olmasından ibarettir. Yoksa, Allah kötü bir şey yaratmamıştır.

Tevhit ilmini bilenler her şeyden bahsedebilir, çünkü her şeyi toplayıp, miracını yaptırır ve bir noktaya getirirler. Zaten her zerrenin miracını yaptıramayan, maarif-i ilahide tam anlamıyla vukuf peyda etmemiş demektir. Miracın, asıldan bu andaki duruma gelinceye kadar geçirilen tüm keyfiyetler olduğunu söylemeye hacet yoktur her halde...

Tevhitte insandan başka bir şey olmadığı için, ehl-i tevhit olanlar kâinatta her gördüklerini insanda uygularlar. Benim saatten çiçeğe, topraktan ağaca kadar her şeyi insana uygulayarak anlatışımın nedeni budur. Kendini bilen bir insan için hiç bir şey kendinden ayrı değildir. Buna dünya da, ahiret de dahildir.

Tevhit ehline her şey konuşur. Nasıl Yunus'a sarı çiçek konuşmuşsa, mezar taşları da konuşur ve bazı gerçekleri, nedenleriyle birlikte söyler. Onun için ehl-i tevhit olanlar, hiç bir zaman “Bu neden böyle olmuş” demezler. Örneğin: Mezar taşları cenazenin baş ve ayak uçlarına karşılıklı olarak konur. Ama, başa konanın üzerine yazı yazıldığı halde, ayak ucuna konanda yazı olmaz. Bunun nedeni de ayak ucundakinin Lâ, baş taraftakinin ise İllâ noktasını belirtmesidir. İş baştadır. Baş emir verir, ayak yürür, dolaşır. Bu duruma: “Allah emreder, kul dolaşır” demek de mümkündür. İnsanın ayakları olmazsa yürüyemez, ama yaşamaya devam eder. Başı olmazsa yaşaması mümkün müdür? Onun için Allah esastır ve var olan O'dur. O olmazsa, hiç bir şey olamaz. ******

Benim bir ilahimde: “Bu zevk öyle bir zevktir ki” deyişimin nedeni tevhit zevkini ima etmektir. Bu zevke erene her şey bilgi vermeye ve onunla konuşmaya başlar. Tabii o da her şeyle...

Ehl-i tevhit için her şey bir uyarıdır. Mesela: Bir hücreyi ele alalım. Hücre kemale erdi mi, ikiye ayrılır. İkiye ayrılmış olan yavru hücreler de kemale geldiklerinde tekrar ikiye ayrılırlar. Böylece Bir'in idamesinin iki ile olduğunu ve devamlılığın ikinin bir, birin iki olmasıyla sağlandığını bize göstermiş olurlar. Bu çoğalma iki, dört, sekiz, on altı, otuz iki diye giderken bize Bir'in çoklukta görülmesini de ispat eder.

Ehl-i tevhide her şeyi Allah okutmakta olduğu için, hangi kitaba bakılırsa bakılsın, tevhit ehlinin söylediklerinin doğru olduğu görülür. Çünkü, onların söylediklerinden başka bir doğru yoktur ve “Ehl-i tevhit” diye; her şeyi yerli yerince ve mertebeleriyle bilenlere denir. Anka'nın, Simurg'un, Kaf Dağı'nın vücudu olmadığı halde, tevhit ehli bunların ne olduğunu bilir. Örneğin: Kaf Dağı insandır. “İnsan her şeydir” demek kolaydır, ama mertebelerini bilmek zordur. Kur'an bellidir, yazılmıştır, hatta pek çok dile de tercüme edilmiştir. Ama önemli olan onun âyetlerinin hakkını verebilmektir. İşte namaz konusu... Tevhit ehli her an namazdadır, ama avamın bunu anlamasını beklemek hayal olduğu için, onlara salât-ı mefruze (beş vakit namaz) farz olmuştur ki, bunun vasıtasıyla intizama girsinler.

Allah korkusu olmayan bir toplumda her şey birbirine karışır ve anarşi doğar. Sonuçta her şey berbat olur. Tabii, berbat olan bizzat fertler olacağı için önce huzuru kaçan da onlar olacaktır. Böyle cemiyetlerde maddi ve manevi mertebelerin değeri kalmayacağı için düzen da bozulacaktır.

Tevhidi bilen kâinatı bilir, çünkü kapıları açılmış ve her zerre meydana çıkmıştır. Tevhidi bilmeyenlerse, tevhidin kelimesinde kalmışlardır. Ancak, Allah, bin bir esmanın ve kelimenin ruhaniyetinin hatırı için onlara da bir zevk verir ve onlar da kelimeden zevk alıp, bu zevkle ibadete yönelirler. Yaptıkları ibadetten bir şey kazanmadıkları halde, aldıkları zevk sebebiyle ibadetten kopamazlar. Bu durumu daha önce ilk, orta lise öğrencilerinin derslerini örnek göstererek izah etmiştik. Kişiler bu ibadetlerinde samimi ve nasipleri de varsa, Allah onlara yardım eder ve karşılarına bir mürşit çıkarır, o mürşit vasıtasıyla da tevhidin gerçeğine ulaştırır.

Kişi, tahakkuk ettikten sonra sohbetten daha fazla zevk almaya başlar. Bunun nedeni, o kimsenin, o safhaları yaşayarak geçmesi ve anlatılanların hangi mertebeyi ilgilendirdiğini anlamaya başlamasıdır. Tahakkuk etmemiş kimseler de sohbetten zevk alır, ama sohbetin hangi mertebeden yapıldığını bilmediği gibi, kendi mertebesinin de farkında olmadığı için, dinlediklerinin nerelere kadar gittiğini idrak edemez.

Tevhide vâkıf kişiler, kalplerine gelen misafir-i gaybinin hangi mertebeden geldiğini, Rahmaniyetten mi, yoksa şeytaniyetten mi, yahut sıfât-ı asliyeden mi, yoksa sıfât-ı selbiyeden mi olduğunu bilirler. Bilmeyenler anlatılanların içinde boğulup, kalır ve zevkine eremezler.

Gelen kötü bir şeyse, Allah onu ifşa ettirmez, ama iyi bir şeyse, o zaman insanın içinde bir zevk uyanır ve bilenler bu zevkin hangi mertebeye ait olduğunu anlarlar, zira kendileri de oradan geçmişlerdir. Bu durumu bileşik kaplara benzetmek mümkündür. Bileşik kaplardan birindeki su hangi seviyedeyse karşısındakinde de o seviyede olacağı için, iki taraftaki su seviyesi daima aynıdır. Bunun anlaşılmasını kolaylaştırmak için camları değişik renkte olan güneş gözlüklerini örnek olarak ele almak mümkündür. İnsan gözüne kırmızı camlı gözlüğü takarsa çevreyi kırmızı, yeşil camlı gözlüğü takarsa da yeşil görür. Bunun anlamı şudur: İnsan kendi masdarından sudur eden tecelliyatı âfakta görecektir. Yani, kişinin içinde zevkli bir tecelliyat varsa, kâinat onun için cennet, içinde sıkıntılı bir tecelliyat varsa da cehennem olacaktır. Kâinat aynı olduğu halde, onu, içindeki zevkle bakan cennet, sıkıntıyla bakansa cehennem olarak görecektir. Tıpkı, farklı renklerdeki güneş gözlükleriyle etrafa bakanların çevrelerini gözlükteki camın renginde görmesi gibi...

Ehl-i tevhit, bu ilmi asla para kazanmak için kullanmaz, ancak, kendine verileni de Hakk'tan bağış olarak gördüğünden, geri çevirmez. Çünkü, Hakk kendisi için harcanan her kuruşa en az on katıyla karşılık verir ki, bu durum Kur'an'da: Her kim iyilikle gelirse ona on katı verilir <6-160> denerek belirtilmiştir. Peygamberimiz'in: “Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım, bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulaç yaklaşırım, bana yürüyerek gelene ben koşarak geliri” Hadisi de bunu anlatmaktadır. Bu alışveriş Hakk'ın bir şeyi sağ cebinden alıp, sol cebine koymasına benzer. “Bazen niye vermiyor” diye sorulabilir. Bunun cevabı; “Vermemesi kişi için daha hayırlıdır da ondan” denerek verilebilir.

Buranın da, öbür âlemin de sahibi Allah'tır ve O'ndan başka varlık olmadığına göre, bu görünenlerin tümü hayalden ibarettir. İnsan, ister elli yıl, isterse bin yıl yaşasın, bu da sadece bir hayaldir ve gerçekte bu süre bir ândır. Kaç yaşında olursa olsun insan, daima kendini dün dünyaya gelmiş gibi hisseder. Ehl-i tevhit, bu gerçekleri içinde yaşayarak öğrendiği için daima güler yüzlüdür ve huzurdan başka bir düşüncesi yoktur. Onun için yemez, yedirir; giymez giydirir; fedakârdır ve hırsı yoktur. Bilir ki, malın da mülkün de, paranın da, pulun da sahibi Allah'tır. Bu bilinçte olduğu için de göçerken, nasıl göçtüğünün farkına bile varmadan istekle göçüverir.

Tevhitte azap yoktur. Çünkü, azap aşağı mertebelere ait bir keyfiyettir. Mertebesi yükselenler, mertebelerine göre sıkıntı, azap ve tereddütten kurtulmuş olmalıdır ki, o mertebeye geçerken aldıkları dersleri yaşama geçirdikleri belli olsun.

Yılan yerde sürünür, ama satranc-ı urefa'da yukarılara kadar çıkan iki yılan daha vardır. Bunlardan biri gurur, diğeri ise haset yılanıdır. İnsan yükselip, bu iki yılandan kurtulduğunda artık ne gamı kalır, ne kederi, ne de azabı...

Ehl-i tevhit bu yüksekliğe ulaşmış olduğu için, hiç bir durumda sıkılmaz. Çünkü, gereğinde kalabalıkta yalnız kalmayı, yalnızken de kalabalıkta (Kendi iç âlemlerinde) olmayı öğrenmiştir. Hepsi, bu zevki kendilerine bahşeden efendilerine medyundurlar. Bu zevke erişmek için Efendilerine ettikleri hizmetten de asla vazgeçmezler. Zaten yaptıkları da ayda bir kaç kere huzura varıp, sohbet dinlemek veya onun vereceği ufak tefek görevleri yerine getirmekten ibarettir. Allah'ın işine karışılmayacağını, O'nun ne isterse onu yapacağını, kimine Süleymanlık verip, kiminin Süleymanlığını alacağını bilirler. İbrahim Ethem Hazretleri'nde olduğu gibi... Onun Süleymanlığını alıp, mana padişahı yapıvermiştir. Onun yaptıkları, manada da, maddede kendini gösterir. Kimini maddeten zengin eder, kimini manen... Kimini hem maddeten, hem manen zengin ederken, kimine hiç bir şey vermez ki, böyle olmaktan, hiç bir zevke erememekten herkesi Allah korusun. Böylelerine: “Dünyada ve ahirette hasret kalmış” denir.

Zaman zaman halkın, Müslüman olmayanlar için: “Gavur, kâfir” gibi sıfatlar kullandığını ve onların cehennemde yanacağını söylediğini duyuyoruz. Halk nazarında cehennem, adeta hayali bir yanardağ gibidir. Bunun etrafında zebaniler dolaşır ve bu gavurları tutup, o ateşin içine atarlar. Tabii, bu düşünce primitif bir hayal ürünüdür. Evet, ateş vardır, vardır, ama bu ateş sıkıntı ateşidir. O gavur denenlerin yaptıkları faydalı işler ve faydalı buluşlardan herkes istifade edip, “Allah şunu bulandan razı olsun” diye dua ederken, o buluş sahipleri huzur bulmaz mı? Tabii bulur... İşte benim kullandığım takma dişler... On beş yıldır ben o dişlerle idare ediyorum. Onlar olmasaydı gıdaları doğru dürüst çiğneyemeyeceğim için hazımsızlık çekecektim. Şimdi ben bu dişleri bulana teşekkür ederken, o nasıl olur da cehennemde yanar? İnsanlığa faydalı işler yapan kimseler zahiren beşeriyete, bâtınen de kendilerine hizmet etmiş olurlar. Çünkü, burada görünen Hakk'tan gayrı değil, O'nun zuhuru, ism-i zahiridir. O halde tevhidi bilen ve bu kanaata varan kimse olarak biz nasıl böylelerine kâfir diyebiliriz? Ehl-i tevhit nazarında en büyük kâfir insan-ı kâmildir. Neden? Kendini örttüğü için... Çünkü, bildiğimiz gibi kâfir, örtücü demektir. Halk arasında anlaşıldığı gibi cehennemde yanacak kişi değil...

Bunun böyle olduğunu ben daha yola girmezden önce Hüseyin efendi ile geçen bir konuşmadan öğrendiğimi evvelce anlatmıştım. İşin aslını bilmeyenlerin bu şekilde düşünmelerinin nedeni, korkudur. İnsanda bir korku vardır. Bu bizim anladığımız manada bir korku değildir. Buna tenzir adı verilir ve inzar kökünden gelir. Anlamı ise; Yol gösterici demektir.

Tebşir kelimesi de ferahlatıcı anlamındadır. Bu duruma göre: Mübeşşiren ve neziyrâ; Ferahlatıcı ve yol gösterici anlamındadır. Biz korkmuyor muyuz? Tabii korkuyoruz, ama bu korkunun ne olduğunu da, tezahürünün edep olduğunu da biliyoruz. Nasıl, bir makam sahibinin yanına girerken kendimize çeki düzen veriyor, önümüzü ilikliyorsak, Allah'ın huzuruna varırken bunun çok daha fazlasını yapıyoruz. İşte: “Huşu” dediğimiz de budur.

Allah'ı sevip, baktığı her yerde O'nu görenin nazarında güzelden başka bir şey yoktur. Notre d'am'ın Kamburu filmindeki kambur bile, böylelerinin nazarında güzeldir. Çünkü, o da sevmesini bilmektedir. Çirkin görünen asıl değil, onu aynasında yansıtandır. Aynanınsa hiç bir değeri yoktur.

Çirkinlik kavramı, bir şeye nefsani yönden bakıldığı zaman ortaya çıkar. Zat'a eren bir insan, O'nun bir nur-u azam olup, kâinatı aydınlattığını idrak eder ve baktığı her yerde o nuru görmeye başlar. Öyle olunca da her şey güzel görünür. Çirkinlik olarak kabul edilenler de böyleleri nazarında, aslı toprak olan aynadaki yansıma hatalarından başka bir şey değildir. Çünkü, nurda çirkinlik olamaz.

Ehl-i tevhidin âleminde bozgunculuğa yer yoktur. Her şey ivazsız ve garezsizdir. Kısacası, sadece ilahi düşünceler vardır, kötü fikirlere yer yoktur. Bu sebeple farklı gruplaşmalar olsa bile, hafız-ı hakiki olan O, daima tevhit ehlini muhafaza eder. Bunun nedeni pırlantanın çamura düşmekle değerini yitirmemesi, zamanı gelip, çamuru suyla temizlendiğinde yine parlamaya başlamasıdır.

Bir sapan taşı altın bir tasa vurup onu zedelese, o sapan taşının değeri artmadığı gibi, altının değerinde de bir azalma olmaz. Çünkü, altın yine altındır. Böyle olunca da korku ortadan kalkar. Altın altınlığını koruduğuna göre, aldığı darbe onu korkutmaz.

Allah: Üç kişi gizli konuşmaz ki, dördüncüleri Allah kendisi olmasın, beş kişi gizli konuşmaz ki, altıncıları O olmasın, daha az olsunlar, daha çok olsunlar, nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir<58-7> demek suretiyle ehlullah meclisinin kendi meclisi olduğunu söylemektedir. Burada sayı, birin in'ikâsatı sonucu artmış gibi görünmektedir. Mürşitlerin, bazı müritlerine görev ve bazı yetkiler vermeleri de: Görüyor musun Rabb'in gölgeyi nasıl uzatmıştır<25-45> hükmünce, gölgelerini uzatmaları anlamına gelir.

Tevhitte sahtekarlığa yer yoktur. İnsan ne kadar ehl-i tevhit gibi görünürse görünsün, bir gün gerçek bir ehl-i tevhitle karşılaştığında foyası meydana çıkıverir. Tıpkı gerçek sevgiden yoksun oluşun bir gün meydana çıkıvermesi gibi...

Ehl-i tevhit nazarında var ile yok, zevk ile eza, gülmekle ağlamak hepsi birdir. Tabii bu durum, o mertebeye gerçekten ulaşmış olanlar için geçerlidir. Çünkü, bir şeyin aslı yoksa gölgesi de olmaz. Gölgeyi seven, aslı da sevmiş demektir. “Masivadan geç” cümlesi, işin başında olanlar için söylenmiştir. Yoksa, işin aslını bilenlerin nazarında masiva diye bir şey yoktur. Onun için:

“Siva kalktı gözümüzden Hakk kaldı
Bakışımız her tarafı nur saldı”

demiştim.

Aslı da Hakk, gölgesi de Hakk'tır. Zaten biri diğerinin kesafet kazanmış şeklinden ibarettir. Kesafetten letafete doğru gitmek gerekir ki, bu da suyu kaynatıp, buhar elde etmeye benzer. Letafete gitmek gerekir, ama letafeti kesafette aramak, tıpkı buzda buhar aramaya benzer.

Letafet, kesafet kazandıkça ona bir isim koyma mecburiyeti doğmaktadır. Örneğin: buhar kesafet kazanınca: “Bulut”, su haline gelince: “Yağmur”, donup, sertleşince de sertlik derecesine göre: “Kar” veya “Buz” adını almaktadır ki, bu sertleşme, aynı zamanda buharın şekillenmesi demektir.