YANSIMALAR
TOPLULUĞUNA
sitemize verdiği
destek için

TEŞEKKÜR EDERİZ
  Kitaplar > Kitaplardan Seçme Tümceler
 Sf :   8 / 20
 

 

  • Rahmâniyet celale benzer. Ulûhiyet âlemini temsil ettiği için mutlakiyet ifade eder. Onun için füyûzâtı âfaka, yâni dış âleme yöneliktir. Her türlü zıtlığı aksettirdiği için de alternatif akıma benzer. Rahîmiyet güneşi ise "şems-i mukayyet olarak bilinir. Bunun nedeni, bu güneşten istifade edebilmenin, "imân" şartına bağlanmış olmasıdır. Bu güneş, sadece bu şarta uyanları aydınlattığı yâni, füyûzâtı kendine imân edenlere aktardığı için "enfüs" adı verilen iç âleme yöneliktir. Cemale tekabül eden Rahîmiyet güneşi, 'manyetik-akım' gibidir ve ne kadar şiddetli olursa olsun, yakıcı değildir. Rahmâniyet ve Rahîmiyet güneşleri, kâinatta "velâyet" ve "nübüvvet" olarak yansır. Bu ikisi birbirine aynadır ve bir "falakateyn" oluşturur. Rahmâniyet ve Rahîmiyeti birbirinden ayırmak mümkün olmadığı için, bunlar "BismillâhirRahmânirrahîm"de birleşmiştir ki, bu da ikisinin vahdetinin Allah olması demektir.
  • "B " harfi ikilik ifadesidir ve ebced değeri de ikidir. Bu ikilik 'halkiyet ' ve ' Hakkiyet ' olarak karşımıza çıkar. Dışı halk, içi Hakk'tır. Besmelede " B "den sonra gelen " sin " harfi kâinat yâni " maddi insân-ı kebir " vasfıdır ve Rahmâniyetin " mim " harfine işârettir.
  • Rahîmiyet Mûhammed'e verildiği ve kâinat O'nun ümmeti olduğu hâlde, ümmet, inananlar ve inanmayanlar olmak üzere ikiye ayrılmakta, inanmayanlar ; " ümet-i dâvet " , inananlar ise " ümmet-i icâbet " diye anılmaktadırlar. Bu ayrımın nedeni, ümmetin ferdlerinin iç âlemlerinin aydınlanıp aydınlanmamasıdır.
  • Karanlıkta kalanlara, " kâfir " denmesi, özlerinin gaflet örtüsü ile örtülü oluşundandır.
  • Aydınlanma , önce Kur'ân'ın özeti durumundaki yedi âyetten ibâret olan, tövbe kapısı olarak da bilinen " Fâtiha "nın yahut değişik ismiyle "seb el mesâni "nin öğrenilmesi (ki bu, baş'taki tövbe kapısı denilen yedi deliktir ve yapılan hatalar bu kapılarla, " secde-i sehv " yapılarak telâfi edilir.) ile başladıktan sonra, dış ve için, yâni Rahmâniyet ve Rahîmiyetin Besmele'de ve onun başındaki halkîyet ve Hakkîyet ifade eden "B"de toplanmasıyla devam eder. Daha sonra da, bunların, "B"nin altındaki nokta-i kübra 'da birleştirilmesiyle tamamlanır.
  • Ali Rahmâniyet, Mûhammed de Rahîmiyetin temsilcisidir. Zuhûr ile Bûtun, " cem-ül cem " noktasında bir bütün olarak toplanır. Aynı durum bizim için de geçerlidir ; biz de her şeyimizle Rahmâniyet güneşinden yararlanıp bu âlemde neşvûnema bulmasaydık, aslımızı arayıp Rahîmiyet güneşi olan Mûhammed'den yararlanabilirmiydik ? O hâlde biz, Rahmâniyet güneşinden her yönümüz, Rahîmiyet güneşinden ise sadece rûhumuz açısından faydalanıyoruz demektir.
  • Allah'ın ilim hazinesine "âyân-ı sâbite " denir. Tüm varlık, bu ilâhi hakîkatten ortaya çıkıp, bu âlemde görünmesinden ibârettir.
  • Bu ilmin sarhoş edici bir etkisi vardır. Bu etki, "şarâb " olarak vasıflandırılmış ve cennette olanına da " kevser şarâbı " ismi verilmiştir. İnsânı maddi âlemden alıp, mânevî âlemin derinliklerine sokar.
  • "O gün arz tebdil olunûr. (14/18)" Bu yer değiştirmenin, yâni, 'tebeddülât'ın nedeni 'sevgi' ve 'aşk'tır.
  • Allah'ın evi , enfüste 'İnsân'dır ve o hakikidir.

 

  • İlim öğrenebilmesi için insânın , akıl-nûru'na sâhip olması gerekir. Akılsız insânın bir şey öğrenmesi mümkün değildir. İnsân bu nûru iyi kullanırsa âlim, kötü kullanırsa nâdim olur. Bilginin nakli ve keşfi türleri vardır. Nakli olanı kitaplardan veya öğretmenlerden, keşfi olanı ise, Allah'tan öğrenilir. İnsânın kalbinde " nokta-i süveyda " (kara nokta) denen bir nokta vardır. Oradan yansıyanlar, insânda " arş-ü Rahmân " timsâli olan, beyinde kendini gösterir. Arş-ü Rahmân, âyan-ı sâbite'nin aksidir. Âyân-ı sâbite'nin bir ucu insân-ı kâmil'in beyninde, diğer ucu ise, bunun yansıması olan kâinattadır. Bu nedenle, kâmili okuyan kâinatı, kâinatı okuyan da âyân-ı sâbite'yi okumuş olur.
  • İlmin insânda südûr edebilmesi için, onun köküne inmek gerekir. Başka türlü ilim insânda doğmaz.
  • Sıfâta bakıp, içindeki zâtı görmeye, " irfâniye t" denir.
  • İnsân için ilim bir nûr, bir aydınlık ; cehil ise karanlıktır.
  • Deva da zâti veya sıfâtî olabilir. Şifa'nın zâti olanı, vücûdun bağışıklık sistemi tarafından, sıfâti olanı da doktor ve ilâçlar vasıtasıyla gelir.
  • İlim sıfât olduğu için ef'al ve esmâ gibi, bunun da vücûdu yoktur. Vücûd sâdece Hakkın vücûdudur.
  • Bir hastalığın, insânın beden salgılarıyla, kendiliğinden geçmesine " bizzâtihi tedavi " denir.
  • İnsânın kendini ve Allah'ı bilebilmesi için önem açısından, " Hayat "tan sonra gelen sıfât, "ilim "dir.
  • Kişinin zâtında herhangi bir şey yoktur. Ona değerini veren zekâ sı,zekâ'nın göstergesi de ilimdir. Kişinin değeri, ilim ve o ilminin içinde yaşayıp yaşamayışıyla ölçülür.
  • İçimizde bir nûr vardır ve bu nûr her zerrede mevcûddur .
  • Üzerinde cehalet örtüsü olan kişi ölüdür. Ne zaman dirilir.
  • Dini ilimlerin esasını teşkil eden ilimler " ledûn " ve tasavvuf olmak üzere ikidir. Bunlardan " ledûn " zât âleminin malıdır, " vehbî-ilim " olarak bilinir ve " feyz-i akdes "ten tahsil edilir. Ledûn iliminin içeriğine bir örnek olarak " huruf-u mukattaat " gösterilebilir. Tasavvufa gelince, tasavvuf , sıfât âleminin malıdır. Çalışma sonucu kazanılan bir ilim olduğu için " kisbi-ilim " olarak adlandırılır ve " feyz-i mukaddes "ten yâni insândan öğrenilir. Tasavvuf, çıplak olarak meydana çıkamayacak olan zât ilminin bir elbise giydirilerek ortaya çıkarılmasıdır. İnsân, kazandığı bu vücûd-u kisbi ile Allah'a kendini sevdirirse, nereye giderse gitsin, Allah da onunla beraber olur. İşte " lîmaallah " (Allah'la beraber) sırrı budur. Bu sırra eren kişi, her yerde aydınlığıyla beraber olduğu için, onda darlık, sıkıntı, keder ve üzüntü kaybolmuştur.
  • İlim bir sıfâttır, azalır veya çoğalır ama, önemli olan onun içinde yaşamak, öğrenilenleri uygulamak ve onu bir yaşam tarzı hâline getirmektir.
  • Melek ve cin kelimelerini, herkes kendi hayâlinde bir sûret giydirerek canlandırır. Ancak, bunların esası birer mertebedir. Her mertebenin de kendini bildiren bir sûreti vardır. Evhâmlı olan bir insan, tabiatıyla, gördüğü hayâl den korkacaktır, çünkü o hayâl kendinden yansımaktadır. Melekûtiyet âlemindeki bir insanın göreceği hayâl de hoş ve lâtif olacağı için, o kimseye zevk verecektir. Çünkü o hayâl de görenin kendisidir.
  • İnsân, sadece bedene değer verip, kendini unutursa, kalıbı bu âlemin malı ve hayvân mesabesinde olduğu için, ölür gider, aynen hayvân gibi... Tekrar insân oluncaya kadar da çok dolaşır.
  • Hayvâniyet , mideye, insâniyet ise kalb'e dayanır. " İstikbâl-i kıble " (kıbleye yönelme yeri) kalb' tir ve ne görülürse, kalb'te görülecektir.
  • İnsânı devamlı olarak aşağı, hayvanlık âlemine çeken unsur, ondaki şehvet 'tir. Bu iç güdüsel arzu, insânın zihnine yerleşmiştir. Kişi onu, aklından çıkartabilirse, problemini çözme yolunda, büyük bir adım atmış olur.
  • Bir cemiyet, iki şeyle düzelir, iki şeyle de bozulur. Düzeldiği şeyler : " Muhabbetullah " ve " Marifetullah ", bozulduğu şeyler ise : " sefahat " ve " zulûm "dur.